İngilizce deyimler, dilin canlı ve kültürel zenginliğini yansıtan en önemli unsurlardan biridir. İngilizce deyimler öğrenmek, sadece dil becerilerinizi geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda İngilizce konuşulan ülkelerin kültürünü ve düşünce yapısını anlamanıza da yardımcı olur. İngilizce deyimler, kelimenin tam anlamıyla çevrildiğinde anlam kaybına uğrayan, mecazi anlamlar taşıyan ifadelerdir. Bu nedenle, İngilizce deyimler i öğrenirken bağlam içinde anlamak ve kullanmak büyük önem taşır.
İngilizce deyimler günlük konuşmalarda, iş görüşmelerinde, edebi metinlerde ve resmi yazışmalarda sıkça karşımıza çıkar. İngilizce deyimler i doğru kullanmak, iletişim kurarken kendinizi daha akıcı ve doğal ifade etmenizi sağlar. Ayrıca, İngilizce deyimler i anlamak, filmleri, dizileri ve kitapları daha iyi anlamanıza olanak tanır.
Günlük Hayatta En Sık Kullanılan İngilizce Deyimler
1. “Break the ice” (Buzları kırmak)
Anlamı: Soğuk veya gergin bir ortamı yumuşatmak, insanlar arasında iletişimi başlatmak.
Kökeni: Eskiden, limanlar donduğunda ticaret gemilerinin yolunu açmak için buzları kıran özel gemiler kullanılırdı. Buradan türeyerek, sosyal ortamlarda iletişimi başlatmak anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Kullanım Alanları:
-
İş toplantılarında
-
Sosyal buluşmalarda
-
Yeni tanışılan insanlarla iletişimde
Örnek Cümleler:
-
“He told a funny joke to break the ice at the beginning of the meeting.”
“Toplantının başında buzları kırmak için komik bir şaka anlattı.” -
“I always find it difficult to break the ice with new people.”
“Yeni insanlarla buzları kırmakta her zaman zorlanıyorum.” -
“Playing a game is a great way to break the ice at parties.”
“Partilerde buzları kırmak için oyun oynamak harika bir yoldur.” -
“She used her sense of humor to break the ice during the awkward silence.”
“O, garip sessizlik sırasında buzları kırmak için espri anlayışını kullandı.” -
“The teacher asked us to introduce ourselves to break the ice on the first day of class.”
“Öğretmen, sınıfın ilk günü buzları kırmak için kendimizi tanıtmamızı istedi.”
2. “Hit the nail on the head” (Çiviyi kafasına vurmak)
Anlamı: Bir konuda tam isabetli tespit yapmak, doğruyu söylemek.
Kökeni: Marangozluk teriminden gelir. Çiviye tam kafasından vurulduğunda düzgün şekilde çakılır, yanlış vurulduğunda eğilir.
Kullanım Alanları:
-
Analiz ve değerlendirmelerde
-
Tartışmalarda
-
Geri bildirimlerde
Örnek Cümleler:
-
“Your analysis really hit the nail on the head – that’s exactly what’s wrong with our current strategy.”
“Analizin gerçekten çiviyi kafasına vurdu – mevcut stratejimizdeki sorun tam olarak bu.” -
“When she said the problem was lack of communication, she hit the nail on the head.”
“Sorunun iletişim eksikliği olduğunu söylediğinde, çiviyi kafasına vurdu.” -
“The consultant’s report hit the nail on the head about our marketing issues.”
“Danışmanın raporu, pazarlama sorunlarımız konusunda çiviyi kafasına vurdu.” -
“You hit the nail on the head when you identified the main cause of the delay.”
“Gecikmenin ana nedenini belirlediğinde, çiviyi kafasına vurdun.” -
“His comment about team morale really hit the nail on the head.”
“Takım moralı hakkındaki yorumu gerçekten çiviyi kafasına vurdu.”
3. “Bite the bullet” (Kurşunu ısırmak)
Anlamı: Zor veya hoş olmayan bir durumu cesaretle karşılamak, katlanmak.
Kökeni: Eski savaş zamanlarında, ameliyat sırasında hastaların acıyı hafifletmek için kurşun ısırmasından gelir.
Kullanım Alanları:
-
Zor kararlar alırken
-
Hoş olmayan görevlerde
-
Zorlu durumlarla başa çıkarken
Örnek Cümleler:
-
“I don’t want to have this difficult conversation, but I need to bite the bullet and get it over with.”
“Bu zor konuşmayı yapmak istemiyorum, ama kurşunu ısırmalı ve bitirmeliyim.” -
“We have to bite the bullet and make some staff cuts to save the company.”
“Şirketi kurtarmak için kurşunu ısırmalı ve bazı personel kesintileri yapmalıyız.” -
“It’s time to bite the bullet and start looking for a new job.”
“Kurşunu ısırmanın ve yeni bir iş aramaya başlamanın zamanı geldi.” -
“She decided to bite the bullet and apologize, even though it was difficult.”
“Zor olsa da, kurşunu ısırmaya ve özür dilemeye karar verdi.” -
“Sometimes you just have to bite the bullet and do what needs to be done.”
“Bazen sadece kurşunu ısırmalı ve yapılması gerekeni yapmalısın.”
4. “Piece of cake” (Kek parçası)
Anlamı: Çok kolay olan iş veya durum.
Kökeni: II. Dünya Savaşı’nda pilotların kolay görevleri tanımlamak için kullandığı terimden gelir.
Kullanım Alanları:
-
Kolay görevleri tanımlarken
-
Güven verirken
-
Zorluk derecesini açıklarken
Örnek Cümleler:
-
“Don’t worry about the exam – it’ll be a piece of cake for you.”
“Sınav için endişelenme – senin için kek parçası olacak.” -
“I thought the project would be difficult, but it turned out to be a piece of cake.”
“Projenin zor olacağını düşünmüştüm, ama kek parçası olduğu ortaya çıktı.” -
“After years of experience, public speaking is a piece of cake for her.”
“Yılların deneyiminden sonra, topluluk önünde konuşmak onun için kek parçası.” -
“The instructions are so clear that assembling the furniture was a piece of cake.”
“Talimatlar o kadar net ki, mobilyayı monte etmek kek parçasıydı.” -
“For an experienced programmer like him, fixing this bug is a piece of cake.”
“Onun gibi deneyimli bir programcı için bu hatayı düzeltmek kek parçası.”
5. “Cost an arm and a leg” (Bir kol ve bacak kadar pahalı)
Anlamı: Çok pahalı olmak.
Kökeni: II. Dünya Savaşı sonrasında, savaş gazilerinin kaybettikleri uzuvların değerini vurgulamak için kullanılmaya başlanmıştır.
Kullanım Alanları:
-
Fiyat şikayetlerinde
-
Bütçe tartışmalarında
-
Pahalı ürünleri tanımlarken
Örnek Cümleler:
-
“I’d love to buy that car, but it costs an arm and a leg.”
“O arabayı almayı çok isterdim, ama bir kol ve bacak kadar pahalı.” -
“Getting my teeth fixed cost me an arm and a leg, but it was worth it.”
“Dişlerimi tedavi ettirmek bir kol ve bacak kadar pahalıya mal oldu, ama değdi.” -
“University education shouldn’t cost an arm and a leg.”
“Üniversite eğitimi bir kol ve bacak kadar pahalı olmamalı.” -
“We wanted to renovate our kitchen, but the quotes are costing an arm and a leg.”
“Mutfakımızı yenilemek istedik, ama fiyat teklifleri bir kol ve bacak kadar pahalı.” -
“Healthcare costs an arm and a leg in some countries.”
“Bazı ülkelerde sağlık hizmetleri bir kol ve bacak kadar pahalı.”
İş Dünyasında Kullanılan İngilizce Deyimler
6. “Think outside the box” (Kutunun dışını düşünmek)
Anlamı: Geleneksel veya alışılagelmiş düşünce kalıplarının dışına çıkmak, yaratıcı çözümler üretmek.
Kökeni: 1970’lerde yönetim danışmanlığında kullanılmaya başlanmıştır. “Nine dots” bulmacasından esinlenilmiştir.
Kullanım Alanları:
-
Beyin fırtınası toplantılarında
-
Problem çözme süreçlerinde
-
İnovasyon çalışmalarında
Örnek Cümleler:
-
“We need to think outside the box to find a solution to this marketing challenge.”
“Bu pazarlama zorluğuna çözüm bulmak için kutunun dışını düşünmemiz gerekiyor.” -
“The most successful entrepreneurs are those who think outside the box.”
“En başarılı girişimciler, kutunun dışını düşünenlerdir.” -
“Let’s think outside the box and consider some unconventional approaches.”
“Hadi kutunun dışını düşünelim ve bazı alışılmadık yaklaşımları değerlendirelim.” -
“Thinking outside the box helped us develop a unique competitive advantage.”
“Kutunun dışını düşünmek, benzersiz bir rekabet avantajı geliştirmemize yardımcı oldu.” -
“The workshop encouraged participants to think outside the box and challenge assumptions.”
“Atölye çalışması, katılımcıları kutunun dışını düşünmeye ve varsayımları sorgulamaya teşvik etti.”
7. “Get the ball rolling” (Topu yuvarlamak)
Anlamı: Bir işe veya projeye başlamak, süreci harekete geçirmek.
Kökeni: Spor terimlerinden, özellikle futbol veya rugby’den gelir.
Kullanım Alanları:
-
Proje başlangıçlarında
-
Toplantı açılışlarında
-
Yeni girişimlerde
Örnek Cümleler:
-
“Let’s get the ball rolling on this project by assigning initial tasks.”
“Başlangıç görevlerini atayarak bu projede topu yuvarlayalım.” -
“We need someone to get the ball rolling and take the lead on this initiative.”
“Topu yuvarlayacak ve bu girişime öncülük edecek birine ihtiyacımız var.” -
“The manager’s presentation got the ball rolling for the new marketing campaign.”
“Yöneticinin sunumu, yeni pazarlama kampanyası için topu yuvarladı.” -
“Once we get the ball rolling, the rest of the process should flow smoothly.”
“Topu yuvarladıktan sonra, sürecin geri kalanı sorunsuz akmalı.” -
“Who’s going to get the ball rolling on the recruitment process?”
“İşe alım sürecinde topu kim yuvarlayacak?”
8. “On the same page” (Aynı sayfada olmak)
Anlamı: Aynı fikirde olmak, aynı anlayışa sahip olmak.
Kökeni: Müzik teriminden gelir – orkestra üyelerinin aynı sayfada çalması gibi.
Kullanım Alanları:
-
Takım çalışmalarında
-
Anlaşma sağlama durumlarında
-
Ortak anlayış oluşturmada
Örnek Cümleler:
-
“Before we proceed, I want to make sure everyone is on the same page about our objectives.”
“Devam etmeden önce, herkesin hedeflerimiz konusunda aynı sayfada olduğundan emin olmak istiyorum.” -
“We need to get all stakeholders on the same page before making a decision.”
“Karar vermeden önce tüm paydaşları aynı sayfaya getirmemiz gerekiyor.” -
“The team meeting helped get everyone on the same page about the project timeline.”
“Takım toplantısı, herkesi proje zaman çizelgesi konusunda aynı sayfaya getirmeye yardımcı oldu.” -
“Are we all on the same page regarding the budget allocation?”
“Bütçe tahsisi konusunda hepimiz aynı sayfada mıyız?” -
“Let’s have a quick call to ensure we’re on the same page about the client’s requirements.”
“Müşteri gereksinimleri konusunda aynı sayfada olduğumuzdan emin olmak için hızlı bir görüşme yapalım.”
9. “Elephant in the room” (Odamdaki fil)
Anlamı: Herkesin farkında olduğu ama konuşmaktan kaçındığı büyük ve önemli sorun.
Kökeni: 1950’lerde kullanılmaya başlanmıştır. Odada bir fil olsa herkes görürdü ama kimse bahsetmezdi.
Kullanım Alanları:
-
Zor konuşmalarda
-
Çatışma çözümünde
-
Önemli sorunları gündeme getirirken
Örnek Cümleler:
-
“We need to address the elephant in the room – our sales have been declining for six months.”
“Odamızdaki fili ele almamız gerekiyor – satışlarımız altı aydır düşüyor.” -
“Nobody wanted to mention the elephant in the room during the board meeting.”
“Yönetim kurulu toplantısı sırasında kimse odadaki filden bahsetmek istemedi.” -
“Let’s talk about the elephant in the room: our communication problems.”
“Hadi odamızdaki fil hakkında konuşalım: iletişim sorunlarımız.” -
“The budget deficit was the elephant in the room that everyone ignored.”
“Bütçe açığı, herkesin görmezden geldiği odadaki fil idi.” -
“I think it’s time we acknowledge the elephant in the room and find a solution.”
“Sanırım odadaki fili kabul etmenin ve bir çözüm bulmanın zamanı geldi.”
10. “Go the extra mile” (Ekstra mil gitmek)
Anlamı: Gerekenin ötesinde çaba göstermek, fazladan emek harcamak.
Kökeni: İncil’deki bir ayetten gelir (Matta 5:41).
Kullanım Alanları:
-
Müşteri hizmetlerinde
-
Takdir ve motivasyon konuşmalarında
-
Performans değerlendirmelerinde
Örnek Cümleler:
-
“Our company culture encourages employees to go the extra mile for our clients.”
“Şirket kültürümüz, çalışanları müşterilerimiz için ekstra mil gitmeye teşvik eder.” -
“She always goes the extra mile to ensure customer satisfaction.”
“Müşteri memnuniyetini sağlamak için her zaman ekstra mil gider.” -
“Going the extra mile in your work will help you stand out from your colleagues.”
“İşinizde ekstra mil gitmek, meslektaşlarınızdan sıyrılmanıza yardımcı olacak.” -
“The team went the extra mile to meet the tight deadline.”
“Takım, sıkı teslim tarihini karşılamak için ekstra mil gitti.” -
“We appreciate employees who go the extra mile without being asked.”
“İstenmeden ekstra mil giden çalışanları takdir ediyoruz.”
Duygusal Durumları İfade Eden İngilizce Deyimler
11. “On cloud nine” (Dokuzuncu bulutta)
Anlamı: Çok mutlu olmak, dünyalar onun olmak.
Kökeni: Meteoroloji teriminden gelir. Bulut sınıflandırmasında 9. seviye en yüksek bulut tipidir.
Kullanım Alanları:
-
Mutluluk ifadelerinde
-
Kutlama durumlarında
-
Kişisel başarıları anlatırken
Örnek Cümleler:
-
“When she got the promotion, she was on cloud nine for weeks.”
“Terfiyi aldığında, haftalarca dokuzuncu buluttaydı.” -
“He’s been on cloud nine ever since he found out he’s going to be a father.”
“Baba olacağını öğrendiğinden beri dokuzuncu bulutta.” -
“Winning the award put her on cloud nine.”
“Ödülü kazanmak onu dokuzuncu buluta çıkardı.” -
“You look like you’re on cloud nine – what’s the good news?”
“Dokuzuncu buluttasın gibi görünüyorsun – iyi haber ne?” -
“After their wedding, the couple was on cloud nine during their honeymoon.”
“Düğünlerinden sonra, çift balaylarında dokuzuncu buluttaydı.”
12. “Down in the dumps” (Çöplüklerde)
Anlamı: Mutsuz, depresif, keyifsiz hissetmek.
Kökeni: 16. yüzyıla dayanır. “Dump” kelimesi melankolik bir müzik türünü ifade ederdi.
Kullanım Alanları:
-
Duygusal durum tanımlamalarında
-
Moral bozukluğunu ifade ederken
-
Psikolojik durum açıklamalarında
Örnek Cümleler:
-
“He’s been down in the dumps since he lost his job.”
“İşini kaybettiğinden beri çöplüklerde.” -
“Don’t be down in the dumps – things will get better soon.”
“Çöplüklerde olma – işler yakında düzelecek.” -
“The rainy weather always makes me feel down in the dumps.”
“Yağmurlu hava her zaman kendimi çöplüklerde hissettiriyor.” -
“She’s been down in the dumps ever since her best friend moved away.”
“En iyi arkadaşı taşındığından beri çöplüklerde.” -
“Listening to cheerful music might help when you’re feeling down in the dumps.”
“Kendini çöplüklerde hissettiğinde, neşeli müzik dinlemek yardımcı olabilir.”

13. “Bite someone’s head off” (Birinin kafasını ısırmak)
Anlamı: Birine sebepsiz yere veya orantısız şekilde kızmak, bağırmak.
Kökeni: Hayvan davranışlarından esinlenilmiştir. Hayvanların savunma amaçlı saldırılarından gelir.
Kullanım Alanları:
-
Öfke durumlarında
-
İletişim problemlerinde
-
Stresli anlarda
Örnek Cümleler:
-
“I only asked a simple question, and she bit my head off.”
“Sadece basit bir soru sordum ve o kafamı ısırdı.” -
“There’s no need to bite my head off – I was just trying to help.”
“Kafamı ısırmana gerek yok – sadece yardım etmeye çalışıyordum.” -
“He must be really stressed because he’s been biting everyone’s head off today.”
“Gerçekten stresli olmalı çünkü bugün herkesin kafasını ısırıyor.” -
“I’m sorry I bit your head off earlier; I’ve had a terrible day.”
“Az önce kafanı ısırdığım için özür dilerim; berbat bir gün geçirdim.” -
“Try not to bite people’s heads off when you’re feeling overwhelmed.”
“Kendini bunalmış hissettiğinde, insanların kafasını ısırmamaya çalış.”
14. “Butterflies in your stomach” (Midede kelebekler)
Anlamı: Heyecan veya gerginlik nedeniyle midede hissedilen titreme, heyecanlanmak.
Kökeni: 1800’lerin edebi eserlerinde görülmeye başlanmıştır. Kelebeklerin hafif ve titrek uçuşuna benzetme.
Kullanım Alanları:
-
Heyecan verici durumlarda
-
Performans öncesi gerginlikte
-
Romantik durumlarda
Örnek Cümleler:
-
“I always get butterflies in my stomach before giving a presentation.”
“Sunum yapmadan önce her zaman midemde kelebekler oluyor.” -
“When he asked me out, I felt butterflies in my stomach.”
“Beni dışarı çıkmaya davet ettiğinde, midemde kelebekler hissettim.” -
“The athletes had butterflies in their stomachs before the big race.”
“Sporcular büyük yarıştan önce midelerinde kelebekler vardı.” -
“Even after years of performing, she still gets butterflies in her stomach before going on stage.”
“Yıllarca performans sergiledikten sonra bile, sahneye çıkmadan önce hala midemde kelebekler oluyor.” -
“The first day at a new job always gives me butterflies in my stomach.”
“Yeni bir işteki ilk gün her zaman midemde kelebekler olmasına neden oluyor.”
15. “Cold feet” (Soğuk ayaklar)
Anlamı: Son anda cesaretini kaybetmek, bir işi yapmaktan vazgeçmek.
Kökeni: 19. yüzyıl askeri teriminden gelir. Soğuk ayaklar savaş alanında kaçmak anlamına gelirdi.
Kullanım Alanları:
-
Önemli kararlardan önce
-
Evlilik öncesi
-
Büyük taahhütlerde
Örnek Cümleler:
-
“He was going to start his own business, but he got cold feet at the last minute.”
“Kendi işini kuracaktı, ama son dakikada soğuk ayaklar aldı.” -
“Don’t get cold feet now – you’ve prepared for this interview for weeks.”
“Şimdi soğuk ayaklar alma – bu mülakat için haftalardır hazırlandın.” -
“It’s normal to get cold feet before your wedding day.”
“Düğün gününden önce soğuk ayaklar almak normaldir.” -
“She almost got cold feet about moving to another country, but she went through with it.”
“Başka bir ülkeye taşınma konusunda neredeyse soğuk ayaklar alıyordu, ama devam etti.” -
“Many entrepreneurs get cold feet when they realize the risks involved.”
“Birçok girişimci, içerdiği riskleri fark ettiğinde soğuk ayaklar alır.”
Zorluk ve Mücadele ile İlgili İngilizce Deyimler
16. “When it rains, it pours” (Yağmur yağdığında, sağanak yağar)
Anlamı: Sorunların veya talihsizliklerin arka arkaya gelmesi.
Kökeni: 1900’lerin başında tuz üreticisi Morton Salt’ın reklam sloganından gelir.
Kullanım Alanları:
-
Ardışık sorunları tanımlarken
-
Talihsizlik dönemlerinde
-
Zor zamanları anlatırken
Örnek Cümleler:
-
“First my car broke down, then I lost my wallet – when it rains, it pours!”
“Önce arabam bozuldu, sonra cüzdanımı kaybettim – yağmur yağdığında, sağanak yağar!” -
“This month has been terrible for our business – when it rains, it pours.”
“Bu ay işimiz için berbat oldu – yağmur yağdığında, sağanak yağar.” -
“I thought dealing with one sick child was hard, but now both are ill – when it rains, it pours.”
“Bir hasta çocukla baş etmenin zor olduğunu düşünmüştüm, ama şimdi ikisi de hasta – yağmur yağdığında, sağanak yağar.” -
“First the computer crashed, then the internet went down – when it rains, it pours in the IT world.”
“Önce bilgisayar çöktü, sonra internet kesildi – BT dünyasında yağmur yağdığında, sağanak yağar.” -
“We were already behind schedule, and now this – when it rains, it pours.”
“Zaten programa ayak uyduramıyorduk ve şimdi bu – yağmur yağdığında, sağanak yağar.”
17. “Burning the midnight oil” (Gece yarısı yağını yakmak)
Anlamı: Geç saatlere kadar çalışmak, özellikle ders çalışmak veya iş yapmak.
Kökeni: Elektrik öncesi dönemde, insanların gece çalışmak için gaz yağı lambası kullanmasından gelir.
Kullanım Alanları:
-
Yoğun çalışma dönemlerinde
-
Sınav hazırlıklarında
-
Proje teslim tarihlerinde
Örnek Cümleler:
-
“She’s been burning the midnight oil to finish her thesis before the deadline.”
“Teslim tarihinden önce tezini bitirmek için gece yarısı yağını yakıyor.” -
“During exam season, many students burn the midnight oil.”
“Sınav döneminde, birçok öğrenci gece yarısı yağını yakıyor.” -
“The team has been burning the midnight oil to get the product ready for launch.”
“Ekip, ürünü lansmana hazır hale getirmek için gece yarısı yağını yakıyor.” -
“I can’t keep burning the midnight oil like this – I need more sleep.”
“Böyle gece yarısı yağını yakmaya devam edemem – daha fazla uykuya ihtiyacım var.” -
“Burning the midnight oil occasionally is okay, but don’t make it a habit.”
“Ara sıra gece yarısı yağını yakmak sorun değil, ama bunu alışkanlık haline getirme.”
18. “Up against the wall” (Duvara karşı)
Anlamı: Zor durumda olmak, çıkmazda olmak.
Kökeni: Suçluların idam edilmek veya kurşuna dizilmek için duvara dayanmasından gelir.
Kullanım Alanları:
-
Zor durumları tanımlarken
-
Baskı altında çalışırken
-
Çözümü zor problemlerde
Örnek Cümleler:
-
“We’re really up against the wall with this deadline – I don’t know if we can make it.”
“Bu teslim tarihiyle gerçekten duvara karşıyız – başarıp başaramayacağımızı bilmiyorum.” -
“The company is up against the wall financially and may have to declare bankruptcy.”
“Şirket finansal olarak duvara karşı ve iflas etmek zorunda kalabilir.” -
“When you’re up against the wall, that’s when you discover what you’re really capable of.”
“Duvara karşı olduğunda, işte o zaman gerçekte neler yapabileceğini keşfedersin.” -
“The team was up against the wall, but they managed to find a creative solution.”
“Takım duvara karşıydı, ama yaratıcı bir çözüm bulmayı başardı.” -
“I feel like I’m up against the wall with all these responsibilities.”
“Tüm bu sorumluluklarla duvara karşıymışım gibi hissediyorum.”
19. “Keep your chin up” (Çeneni yukarıda tut)
Anlamı: Moralini yüksek tutmak, pes etmemek.
Kökeni: Boks teriminden gelir. Boksörlerin darbelerden korunmak için çenelerini yukarıda tutması gerekir.
Kullanım Alanları:
-
Moral vermede
-
Zor zamanlarda destek olmada
-
Cesaretlendirmede
Örnek Cümleler:
-
“I know you’re disappointed about not getting the job, but keep your chin up – something better will come along.”
“İşi alamadığın için hayal kırıklığına uğradığını biliyorum, ama çeneni yukarıda tut – daha iyi bir şey çıkacaktır.” -
“Keep your chin up – this difficult situation won’t last forever.”
“Çeneni yukarıda tut – bu zor durum sonsuza kadar sürmeyecek.” -
“She kept her chin up throughout all the challenges she faced.”
“Karşılaştığı tüm zorluklar boyunca çenesini yukarıda tuttu.” -
“No matter what happens, remember to keep your chin up and stay positive.”
“Ne olursa olsun, çeneni yukarıda tutmayı ve pozitif kalmayı unutma.” -
“Keeping your chin up during tough times shows true strength of character.”
“Zor zamanlarda çeneni yukarıda tutmak, gerçek karakter gücünü gösterir.”
20. “Weather the storm” (Fırtınayı atlatmak)
Anlamı: Zorlu bir dönemi atlatmak, zorluklarla başa çıkmak.
Kökeni: Denizcilik teriminden gelir. Bu deyim gemilerin fırtınaları atlatmasından esinlenilmiştir.
Kullanım Alanları:
-
Ekonomik kriz dönemlerinde
-
Kişisel zorluklarda
-
İş dünyasında zor zamanlarda
Örnek Cümleler:
-
“The company managed to weather the storm of the economic crisis.”
“Şirket, ekonomik kriz fırtınasını atlatmayı başardı.” -
“We just need to weather the storm for a few more months until business picks up again.”
“İşler tekrar canlanana kadar sadece birkaç ay daha fırtınayı atlatmamız gerekiyor.” -
“Their marriage weathered the storm of financial difficulties and emerged stronger.”
“Evlilikleri, mali zorluklar fırtınasını atlattı ve daha güçlü çıktı.” -
“It’s been tough, but I believe we can weather this storm together.”
“Zor oldu, ama bu fırtınayı birlikte atlatabileceğimize inanıyorum.” -
“Small businesses often struggle to weather economic storms.”
“Küçük işletmeler genellikle ekonomik fırtınaları atlatmakta zorlanır.”
İlişkiler ve İletişim ile İlgili İngilizce Deyimler
21. “See eye to eye” (Göz göze gelmek)
Anlamı: Aynı fikirde olmak, aynı şekilde düşünmek.
Kökeni: İncil’deki bir ayetten gelir (Isaiah 52:8).
Kullanım Alanları:
-
Anlaşma durumlarında
-
Ortak karar vermede
-
Uyumlu ilişkileri tanımlarken
Örnek Cümleler:
-
“My business partner and I don’t always see eye to eye on everything, but we respect each other’s opinions.”
“İş ortağım ve ben her konuda her zaman göz göze gelmeyiz, ama birbirimizin görüşlerine saygı duyarız.” -
“It’s rare for politicians from different parties to see eye to eye on major issues.”
“Farklı partilerden politikacıların önemli konularda göz göze gelmesi nadirdir.” -
“We see eye to eye on how to raise our children, which makes parenting easier.”
“Çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimiz konusunda göz göze geliyoruz, bu da ebeveynliği kolaylaştırıyor.” -
“The team members see eye to eye on the project approach, which ensures smooth progress.”
“Takım üyeleri proje yaklaşımı konusunda göz göze geliyor, bu da sorunsuz ilerlemeyi sağlıyor.” -
“It’s refreshing to work with someone who sees eye to eye with you on creative matters.”
“Yaratıcı konularda sizinle göz göze gelen biriyle çalışmak ferahlatıcı.”
22. “Get along like a house on fire” (Ev yangını gibi anlaşmak)
Anlamı: Çok iyi anlaşmak, hemen kaynaşmak.
Kökeni: 1800’lerde kullanılmaya başlanmıştır. Yangının hızla yayılması gibi ilişkinin hızla gelişmesi.
Kullanım Alanları:
-
Hızlı kaynaşmalarda
-
Yakın arkadaşlıkları tanımlarken
-
İyi anlaşılan insanlarla
Örnek Cümleler:
-
“From the moment they met, they got along like a house on fire.”
“Tanıştıkları andan itibaren, ev yangını gibi anlaştılar.” -
“I was worried about my new roommate, but we get along like a house on fire.”
“Yeni oda arkadaşım konusunda endişeliydim, ama ev yangını gibi anlaşıyoruz.” -
“The two companies got along like a house on fire during the merger process.”
“İki şirket, birleşme sürecinde ev yangını gibi anlaştı.” -
“Our teams got along like a house on fire from the first meeting.”
“Takımlarımız ilk toplantıdan itibaren ev yangını gibi anlaştı.” -
“It’s wonderful when colleagues get along like a house on fire – it makes work enjoyable.”
“Meslektaşların ev yangını gibi anlaşması harika – bu işi keyifli hale getiriyor.”
23. “Bury the hatchet” (Baltayı gömmek)
Anlamı: Barışmak, kavgalı olduğu biriyle anlaşmak.
Kökeni: Kuzey Amerika yerlilerinin barış törenlerinden gelir. Savaş baltalarını gömerlerdi.
Kullanım Alanları:
-
Barışma durumlarında
-
Uzlaşma çabalarında
-
Geçmiş anlaşmazlıkları sonlandırmada
Örnek Cümleler:
-
“After years of not speaking, the two brothers decided to bury the hatchet.”
“Yıllarca konuşmamadan sonra, iki kardeş baltayı gömmeye karar verdi.” -
“It’s time to bury the hatchet and move on from this disagreement.”
“Baltayı gömmenin ve bu anlaşmazlıktan ilerlemenin zamanı geldi.” -
“The rival companies buried the hatchet and decided to collaborate on the project.”
“Rakipler baltayı gömdü ve projede işbirliği yapmaya karar verdi.” -
“Sometimes it’s better to bury the hatchet than to hold onto grudges.”
“Bazen kin tutmaktansa baltayı gömmek daha iyidir.” -
“They buried the hatchet at their family reunion and promised to stay in touch.”
“Aile birleşmelerinde baltayı gömdüler ve iletişimde kalacaklarına söz verdiler.”
24. “Speak the same language” (Aynı dili konuşmak)
Anlamı: Aynı değerlere sahip olmak, benzer şekilde düşünmek.
Kökeni: Literal anlamından mecazi anlama geçiş yapmıştır.
Kullanım Alanları:
-
Ortak anlayışı ifade ederken
-
Uyumlu çalışma ilişkilerinde
-
Benzer değer sistemlerinde
Örnek Cümleler:
-
“When it comes to business ethics, we speak the same language.”
“İş etiği konusuna geldiğinde, aynı dili konuşuyoruz.” -
“It’s important to work with partners who speak the same language regarding quality standards.”
“Kalite standartları konusunda aynı dili konuşan ortaklarla çalışmak önemlidir.” -
“We may have different backgrounds, but we speak the same language when it comes to customer service.”
“Farklı geçmişlere sahip olabiliriz, ama müşteri hizmetleri konusuna geldiğinde aynı dili konuşuyoruz.” -
“Finding team members who speak the same language makes collaboration much easier.”
“Aynı dili konuşan takım üyeleri bulmak, işbirliğini çok daha kolay hale getirir.” -
“They speak the same language when it comes to environmental conservation.”
“Çevre koruma konusuna geldiğinde aynı dili konuşuyorlar.”
25. “Clear the air” (Havayı temizlemek)
Anlamı: Gerginliği veya yanlış anlaşılmaları gidermek, açıklık getirmek.
Kökeni: Havadaki sis veya dumanın dağılmasından esinlenilmiştir.
Kullanım Alanları:
-
Yanlış anlaşılmaları düzeltmede
-
Gergin ortamları yumuşatmada
-
Açıklama yapmada
Örnek Cümleler:
-
“We need to have a meeting to clear the air about these rumors.”
“Bu söylentiler hakkında havayı temizlemek için bir toplantı yapmamız gerekiyor.” -
“Let me clear the air – I didn’t mean to offend anyone with my comments.”
“Havayı temizlememe izin verin – yorumlarımla kimseyi kırmak istemedim.” -
“The manager called a team meeting to clear the air after the misunderstanding.”
“Yönetici, yanlış anlaşılmanın ardından havayı temizlemek için bir takım toplantısı düzenledi.” -
“Sometimes a honest conversation is all you need to clear the air.”
“Bazen havayı temizlemek için ihtiyacınız olan tek şey dürüst bir konuşmadır.” -
“Clearing the air early can prevent small issues from becoming big problems.”
“Havayı erken temizlemek, küçük sorunların büyük problemlere dönüşmesini önleyebilir.”
